Bu bölümde paylaşılanlar Bilge’nin annesinin, yani benim, Özge olarak, Bilge gittikten sonra ne hissettiğime,ne düşündüğüme ve ne yaptığıma dair yaşadıklarımdır. Bu sebeple bu bölümü birinci tekil şahsın ağzından yazdım. Bunları yazdım çünkü yaşaması çok zordu, bunları yazdım çünkü paylaşmaya değerdi ve bunları yazdım çünkü umuyorum ki belki başka evlat acısıyla yanan anneler de bunları okur ve aslında yalnız olmadıklarının farkına varırlar. En önemli ortaklık, acıda ortak olmak değil midir?

Ne hissettim?

Bilge ilk gittiğinde önce inanamadım, sonra kabullenemedim. Cenaze günü Bilge’yi defnedip eve geldiğimizde ben hala ertesi gün onu hastaneye ziyarete gidecekmişim gibi hissediyordum. Taziyeye gelen insanlar vardı etrafımda; bir yandan içim acıdan kavruluyordu ama diğer taraftan inanamadığım için onlara hikayeler anlatıyordum. Kabullenmem aylar aldı, belki daha fazla…Çok öfkelendim, ama çok! Sağlıklı doğan pek çok bebek vardı, hasta doğup iyileşen pek çok bebek vardı ama işte benim kızım gitmişti…Onun yaşıtları annelerinin kucağındayken benim kızım anne kucağı, baba ocağı göremeden sonsuz olmuştu…Aylarca dua etmiştim ama kabul olmamıştı, bu yüzden isyanın sınırlarına geldim. Hep dediler ki “şimdi çok acıyor ama geçecek”, oysa geçmedi… Bilge gideli 1 yıl geçti ama acısı hiç azalmadı, hiç geçmedi ve biliyorum ki asla geçmeyecek…Yalnızca, ben bu acıya rağmen ve onunla birlikte yaşamayı öğrendim. Kalbinizin üzerinde bir yara olduğunu ve her dokunulduğunda bıçak saplanmışçasına sızladığını düşünün; işte tıpkı onun gibi…Bir acı ki yere göğe sığmayan, ama bir annenin kalbinin hepsini kaplayan, zaman zaman başka bir hiçbir duyguya yer bırakmayacak kadar büyük ve yoğun; her an burnunun direğini sızlatacak kadar keskin…

Acımı paylaşan, benim gerçekten yanımda olan insanlara minnet duydum, şükrettim. Yalızca toplumsal görevlerini yerine getirmek için taziyeye gelip, yaşadığım acı hakkında hiçbir fikri olmadan teselli etmeye çalışan insanlara çok kızdım. Bir de bazıları var ki beni görmeden, ne yaşadığımı bilmeden, uzaktan fikir beyan eden, sanki Bilge geri gelecekmişçesine “başka çocukların olur” gibi saçma sapan cümleler kuran; şimdi bile hatırladıkça onlarla ilgili ne kadar kötü hissettiğimi, canımın nasıl yandığını ve o insanlarla ilgili yaşadığım hayal kırıklığını anlatamıyorum…

Bir de bir aile var (yabancı değil, teyzemin oğlu ve gelini), benim bebeğimi kaybettiğim gün, bana taziyeye gelen, ama gelirken Bilge’den birkaç ay önce doğmuş çocuklarını da yanlarında getiren! Bu insanlar o denli aşağılık, onurdan, vicdandan yoksun insanlar ki sırf benim canımı yakmak için, bütün kötü niyetleriyle bunu yaptılar. Bunu biliyorum çünkü etraflarındaki insanlar bunu yapmamalarını söylemesine rağmen onlara, yani bu konuda uyarılmalarına rağmen bunu yapmışlar! Üstelik bu insanlar benim akrabam ve benim kızımın daha toprağı kurumamışken o çocuğu benim evime getirip gözümün önünde hem kendileri hem de onların büyükleri olan insanlar (ebeveynleri) o küçük çocuğa sevgi ve şefkat göstermekte hiçbir sakınca görmediler. Benim canım zaten o denli yanıyordu ki, o gün onları bağıra çağıra evimden kovmadım, tüm sükunetimle gitmelerini bekledim. Beklerdim ki benim yerime başka birileri, mesela kendi anne babaları onları göndersin; ama onlar da aynı şekilde davranmayı, yani benim yarama tuz basmayı tercih ettiler. O gün onları kovmadım, sonrasında da onları hiç muhatap almadım ama yaptıklarını da asla unutmadım; unutmayacağım ve unutturmayacağım. Nasılsa benimle helalleşmeden ölemeyecekler…

Ne yaptım? 

Bilge gitti ve ben sonraki 40 gün boyunca neredeyse hiç evden çıkmadım. Bilge gittikten ancak 2 ay sonra işe gidebildim, ancak daha önce çalıştığım yerden başka bir birimde çalışmaya başladım. Yeni gittiğim birim, Anadolu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Birimi, hepsi ayrı ayrı o kadar güzel insanlardan oluşuyordu ve beni öylesine şefkatle bağırlarına bastılar ki onlar sayesinde ben yeniden çalışma ortamına ve hatta fani dünyaya adapte oldum. Bu nedenledir ki başta müdürleri Bilge Kağan Özdemir olmak üzere, Elif Gümüş, Seçil Aladağ, Gamze Alper, Ayşe Tuğba Ayrancı, Muazzez Bahar, Fatih Temir, Mustafa Avci, Nurşen Okur, Gülsüm Uğuz Bahadır Belet, Mustafa Nafiz Sümer,Büşra Yüksel, Ceren Candemir, Anıl Benli, Sertap Yaya, Zeynep Özdemir, İbrahim Türeyen ve Hasan Doğruparmak, hepsinin gönlümde yeri ayrıdır ve daima öyle olacaktır.

İşe başladıktan sonra düşündüm, Bilge gitmişti ben kalmıştım ve hayat her şeye rağmen devam ediyordu. O zaman devam etmenin bir yolunu bulmalıydım. Önce fazla kilolarımdan kurtulmak için pilatese gittim, sonra spora yazıldım, rahatlamak için yogaya başladım. Siyaha geçiş yaptım; siyah dışında hiçbir renk giymedim, renkli kıyafetlerimi sevdiğim insanlara dağıttım. Arabamı siyaha boyattım, aksesuarlarımdan siyah olanları ayıkladım. Saçlarım, hamileliğimde uzamıştı; kızımdan hatıra diye kestirmedim. Kardeşlerimle, arkadaşlarımla dışarı çıktım; başka dertlerle uğraştım, başka işler yapmaya çalıştım. Kitap okudum bol bol, seyahat ettim, yalnızca sırt çantamı alıp, bir trene atlayıp, sevdiğim insanların yanlarına, sevdiğim coğrafyalara. Psikiyatriste gittim sonra, Dr. Oğuz Tan bana dedi ki “çok iyi yapmışsın; seyahat insanı en çok iyileştirici şeylerden biridir”. Bana değer veren, benim yanımda duran insanlara sarıldım dört elle.

Çocuklardan ve çocuklu ailelerden uzak durdum ilk başlarda; ne konuştum, ne konuşturdum. Aylarca alışveriş merkezlerine, parklara gitmedim çocuklu aileler pusetlerle geliyorlar diye. Sonra yavaş yavaş arkadaşlarımın çocuklarından başladım alışmaya; yaşça büyük olanlardan; daha önceden tanıdıklarımdan. Nisan ayında New York’a gittik çok sevdiğimiz bir arkadaşımızın yanına; orada gezerken her yer kaçamayacağım derecede çok çocuklu ve pusetli aileyle doluydu. İşte o seyahatte biraz duyarsızlaştım ve alıştım, şimdi eskisi kadar kalabalık mekanları dert etmiyorum kendime. Yine de hala, 2015 doğumlu bir çocukla karşılaşmaya gücüm yok, arkadaşlarımdan Bilge’yle aynı dönem çocukları olanlar var ama ben henüz onları görmedim. Bundan sonra birinin gebe olduğunu öğrendiğimde ya da birinin çocuğu olduğunda ona hayırlı olsun demem, görmeye gitmem. Kimse bana böyle bir haber getirsin istemem; getirene de kızarım ve hatta düşüncesizlikle suçlarım. Hiç kimseyle yeni doğan ya da 1-2 yaşında bir çocukla ilgili muhabbet etmem; benim yanımda konuşulmasına da tahammül etmem. Bunlar benim travmalarım, aşılır mı aşılmaz mı bilmiyorum ama var olduklarını kabul ediyorum. Allah biliyor ya, en yakınlarımdaki insanlardan biri bana gelip hamile olduğunu söyleyecek diye ödüm kopuyor…

Bunun dışında, bazen az bazen çok ama hep ağladım; gözyaşım hiç dinmedi; ve en çok da düşündüm…

Ne düşündüm?

“Bilge gittikten sonra en çok ne yaptın?” diye sorsalar, bunu söylerim herhalde; olan bitene anlam vermeye çalıştım. Sordum, sorguladım hep neden diye, nasıl diye…Bir şeyler farklı olsaydı sonuç farklı olur muydu dedim, bu bir ceza mı dedim, benim yüzümden mi dedim, suç var mı suçlu var mı diye sordum; kaderse nasıl neden diye sordum. Kader olduğunu kabullensem kader nedir o zaman diye; madem dualar kabul olmuyor o zaman neden dua ediyoruz diye, sordum da sordum. Her bulduğum cevap yeni bir soruyu beraberinde getirdi ve dedim ki “gerçek nedir?”. Sonra düşündüm ki,  hakikati bulduğunu, ona ulaştığını iddia eden insanlar varsa o zaman bu mümkündür; ama nasıl? İşte böyle, sorular soruları kovaladı; bazen sorular cevapları…Doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı. Allah biliyor ya isyan etmedim ama Bilge gittikten sonra dua da etmedim. Peki bütün bunların sonucunda ne oldu diye sorarsanız, hala düşünmeye, sormaya, cevaplamaya ve yeniden sormaya devam ediyorum. Bu bir yol, bir arayış; ben de bir yolcuyum. Bazen kayboluyorum, yol sisle pusla doluyor. Sonra bir şekilde sora sora yeniden buluyorum yolumu. Sorgusuz sualsiz inanıp teselli bulabilen annelerden olmayı tüm kalbimle dilerdim; ama değilim. Biliyorum ki her şeyin bir sebebi vardır; sadece bazen bunu öğrenmeye tüm ömrümüz yetmez, bazen de bir ışık yanar ve anlarız her şeyi. Ben aramaya ve sormaya devam edeceğim…